Özgürlük ve Düzen Arasında Depremin Düşündürdükleri

(Not: Bu yazı, geçen yıl yayınlanan Islam, Adalet ve Demokrasi (Islam, Justice, and Democracy) adlı kitabımız ve ona eşlik eden denemeden esinlenmiştir).

Özgürlük ve Düzen Fikri Arasında Depremin Düşündürdükleri

Türkiye’nin yaşadığı büyük deprem felakatinde onbinlerce insan öldü. Depremin ardından tartışılan hususlardan biri de bu felaketin kader ya da takdir-i ilahinin tecellisi olarak nitelendirilmesiydi. Aslında dinsel temaların siyasetin hizmetine sunulması aşina olduğumuz bir durum. Daha bir yıl öncesinde, Türk lirasının dolar karşısında erimesine karşı Erdoğan Meclis grup toplantısında “naslar neyi gerektiriyorsa onu yapacagiz” diyerek faizleri düşürme kararına dini bir kılıf bulmak istemişti. Dinin siyasetin hizmetine sunulması sık sık eleştiri konusu yapılıyor. Bu eleştiriyi yapan bazı İslamcı entellektüellerin temel eksikliği, bu eğilimi ortaya çıkaran tarihi ve maddi şartları ihmal etmeleri. Bazı istisnalar dışında, İslamcı grup ve kişilerin ampirik ve tarihsel maddeci çözümlemelere çok itibar etmediklerini düşünüyorum. Bu tarz yaklaşımların istisnaları var elbette. Mesela, adalet kavramından hareketle köklü bir kapitalizm eleştirisi yapan İhsan Eliaçık ve Emek ve Adalet Platformu gibi gruplar farklı bir bakışa sahip. Siyasal İslamcılığı eleştiren diğer gruplar ise kavramsal bir karmaşadan besleniyor. Bu eleştiriler İslamcılık, siyasal İslamcılık, muhafazakârlık, İslamcı iktidar, ve dindarlık gibi kavramların içerdiği farklı anlamları dikkate almıyor. Bazen siyasal iktidar üzerinden yürütülen ve tahammülsüzlüğe varan daha geniş çaplı bir din eleştirisine rastlamak da mümkün. Akif Emre’nin İslamcılık ve Müslümancılık kavramları arasında yaptığı önemli ayrım, İslam ve siyaset konusunda tartışmaya katılan kişilerde hakettiği karşılığı bulamıyor. Aslında bu sathi eleştirilerin temelinde İslam kavramının yeknesaklaştırılması (homojenleştirilmesi) ve bu kavramın zengin farklılıklar içeren yorum ve uygulamalarının gözardı edilmesi yatıyor. Klasik çağda Müslümanlar hakikate akıl, nas, ve kalp yoluyla ulaşabileceklerine inanırlardı. Günümüzde daha fazla çeşitlilik içeren bir İslami “hakikat” tasavvurundan bahsedebiliriz. Bu çeşitliliği en net şekilde “Bosna’dan Bengal’e” uzanan coğrafyada dinin farklı algılanma ve yaşanma biçimlerine dikkat çeken Shahab Ahmed, İslam Nedir? (What is Islam? adlı kitabında ortaya koydu. Biz de Orta Doğu coğrafyası bağlamında bu çeşitliliği ampirik bir çözümleme ile burada ve burada incelemiştik.

İslamın yeknesak tanımı, kanımca, kimliklere dayalı indirgemeci yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Bu yaklaşımları hem sol ve seküler kafayapısına sahip aydınlarda hem de siyasal İslamcı ideolojinin uygulayıcılarında görmek mümkün. Bu yazının geri kalan kısmında, İslamdan kaynaklı iki farklı söylemden bahsetmek istiyorum: düzenci ve özgürlükçü. İslam dini nasıl oluyor da özgürlük yerine itaat kültürünü besleyen bir düzen fikrine indirgenebiliyor? Aslinda İslamın özünde devrimci ve direnişçi bir damar hep varolagelmiştir. Ne yazık ki bu potansiyel çağlar boyu bastırılmıştır. Deprem sonrası yapilan propaganda, dinin siyasetin, daha doğrusu siyaset edememenin yol açtığı öldürücü düzeni kaderci görüş ile meşrulaştıran bir araca dönüşebileceğini açık seçik ortaya koydu. Üstelik, Marks’in “din afyondur” önermesini veya Ali Şeriati’nin “dindar bir toplumu ancak din adına din alimleri kandırabilir” sözünü dogrulayici bir şekilde. Oysa, dinin esas ilkesi olan adaletin tesisi ancak dinin özgürlükçü söylemleri ile sağlanabilirdi.

İslamın ilk çağlarında ortaya çıkan adalet söylemleri ve bunlara eşlik eden siyasal mücadeleler farklı meşruluk iddialarına yol açtı. Muhammed bir sosyal adalet savaşçısı ve devrimci idi. Mücadelesinin amacı sivil ve ekonomik eşitlik temelinde ideal bir toplumsal düzen kurmaktı. Fakat ilerleyen zamanlarda bu eşitlikçi ve adil tasavvurun yerini hayırsever diktatörlük (benevolent dictatorship) diyebileceğimiz bir yönetim biçimi aldı. Buna göre, mütedeyyin bir sultan, Tanri’nin adaletini yeryüzünde uygulayacak ve tiranliğa izin vermeyecekti (buna Batılı demokrasilerde çekinme, ya da forebearence ilkesi deniyor). Filali-Ansary’nin ortaçağ uzlaşması dediği bu yönetim modeli bir yandan ulema ve yöneticilerin işbirliği diğer yandan da dini bir kisve ile meşrulaştırılan itaat kültüründen beslenmekteydi (bkz. Muslims and Democracy. Bu yönetimi besleyen bir diğer gelişme de şeriat ve fıkhın siyasal olarak onanması ve bir hakikat çerçevesi olarak başat konuma yükselmeseydi.

Ortaçağ uzlaşmasını doğuran en önemli etkenlerden biri de birinci fitneye (Sıffin Savaşı) yolaçan uzlaşmazlığın Müslümanların siyasal tercihlerinde derin bir travma yaratmasıydı. Özgürlük ve düzen söylemlerinin ayrışması çağlar boyunca yaşanan siyasal tartışmaların doğal bir sonucuydu. Zulme karşı direniş ve fitne korkusundan dolayı zorunlu itaat tartismalari bu ayrışmanın izdüşümleriydi. Özgürlük söylemi, insanın halife olmasından dolayı özgürce kendi kaderini belirleyebileceği, yeryüzünde adaleti sağlamakla yükümlü olduğu ve bu yüzden de zulme karşı isyan etmek zorunda olduğu düşüncesine dayanır. Diğer eksen, yani düzen söylemi ise fitne korkusundan hareketle kamu düzeni ve çıkarı (maslahat) için zalim de olsa hükümdara itaati şart koşar. Ayrıca, düzenci söylem kaderci bir teolojik bakışaçısına sahip olup zalim hükümdarın salatanatının takdir-i ilahinin gereği olduğunu savunur. Düzen söyleminin mantığını en veciz şekilde Ibn-i Teymiyye’ye atfedilen şu söz yansıtıyor: Zalim bir imamın buyruğunda geçirilen altmış yıl imamsız geçirilen bir geceden evladır.

Düzenci söyleminin öngördüğü siyasal itaat kültürü zamanla ulemanın sağladığı meşruluk sayesinde başat bir konuma yükseldi. Günümüzde, Islam dünyasında düzen söylemini kullanarak ortaçağ uzlaşmasını devam ettiren siyasal sistemler mevcut. Mesela, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) itaati sağlamak için din alimlerinin dindar kitleler üzerindeki etkisini kullanırlar. BAE’de önemli bir etkiye sahip olan Moritanyalı alim Abdullah bin Bayya modern BAE otokrasisini dinsel bir kılıfla meşrulaştıran düzenci söylemi kullanırken siyasal otoritenin olmadığı ortamlarda fitnenin geri geleceği fikrini işler. (Bin Bayya’nin fikirleri için bkz. The Modernist Roots of Islamic Autocracy. Aslında bu söylemin Emevi devletinin dinsel meşrulukla bezenmesinden tutun da alimlerin adil olmayan hükümdarlara itaati salık vermesine varan pek çok tarihsel örneği var. 1960 ve 1970’li yıllarda Türkiye, Mısır, Endonezya gibi ülkelerde İslamcıların komünizmle mücadele fikri de aynı söylemin göstergeleri. Mesela, 1960-1980 arasında yayınlanan İslamcı dergilerdeki adalet temalı yazıların önemli bir kısmı toplumsal düzen ve İslam toplumunun çıkarları için komünizm tehlikesi ile mücadeleyi savunur (bkz. Islam, Justice and Democracy, 5. bölüm). İslamın sosyal gücü, Sünnî ortodoks inancın yaygınlığı ve dindar insanların Müslüman ve özellikle Arap toplumlarında sayıca çoğunluğunu teşkil etmesi, itaatçi-düzenci söylemin başat bir konuma gelmesine yol açan sebeplerin başında gelir. Türkiye bağlamında ise İslâmcılık ideolojisinin 19. ve 20. Yüzyıllarda ortaya çıkış sürecinde, devletin kurtarılması fikrini esas alması, bu düzenci söylemin yayılmasında etkili olmuş gibi görünüyor. Özellikle devletin bekası için kamu düzeninin oluşturulması Türk İslamciliginin önemli bir ilkesi olarak karşımıza çıkar. 1970’lerden sonra, dinden kaynaklı düzenci söylem, Türk-İslam senteziyle Türk milliyetçiliğine de sirayet etmiştir.

Düzenci söylem Müslüman toplumlarda başat bir konuma yükselmiş olsa da, bu söylemin Islami siyasal tecrübenin tek bileşeni olduğunu söyleyemeyiz. İlk fitneden beri İslamın farklı bir yorumundan beslenen özgürlükçü ve çoğulcu bir söylemden de bahsedebiliriz. İslam tarihinde adaletsizliklere karşı çıkanlar insanın Allah’in halifesi olduğu gerçeğinden hareketle insanın özgür iradeye sahip, sorumluluk sahibi bir kul olduğu gerçeğinin altını çizer. Islam tarihinde zaman zaman karşılaştığımız bazı kentsel ve kırsal ayaklanmalarda özgürlükçü söylemin zulme karşı başkaldırı fikrinin önem arzettiğini düşünüyorum. Türkiye tarihinde Babailer isyanı ve Şeyh Bedreddin ayaklanmasında gördüğümüz zulme karşı adalet teması resmi düzenci dini meşruluga karşı özgürlükçü söylemin varlığını sürdürdüğünü gösterir (bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı). Modern çağda ise Misir’da Urabi İsyanı, İran’da Tütün Ayaklanması, ve Osmanlı İstanbul’undaki anayasacı hareketlerde adaletsizliğe karşı dinden kaynaklı özgürlükçü söylemin öne çıktığını söyleyebiliriz (bu konuda Elizabeth Thompson’in Justice Interrupted adlı eserine bakılabilir ). Benzer şekilde, Arap Baharı sırasında İslamın özgürlükçü ve adaletçi söyleminden ilham alan “ekmek, hürriyet, ve insanin şerefi” sloganı dikkat çekiciydi. Zaman zaman su yüzüne çıksa da İslamın özgürlükçü söylemi tarihsel süreçlerde hep arkaplanda kaldı. Bir yandan despotik yönetimler diğer yandan da emperyalist güçlerin etkisi bu söylemlerin siyasal sistemi belirleyici olmasına ve demokrasiyi ortaya çıkarmasına engel oldu. Buradaki temel sorun, özgürlükçü ve zulme karşı direniş içine giren hareketlerin yokluğu değil, bunların baskilanmasi sorunudur.

Deprem sonrası hükümetin yürüttüğü, dinin kaderci yaklaşımına dayalı propagandasını ve bunun tarihin tam da bu anında dindar kesimde bir karşılığı olup olmadığını anlamak için bu iki söylemin tarihsel gelişimini ve kırılma noktalarını çözümlememiz gerekiyor. İktidar, toplumun siyasal bilincinde çok önemli bir ağırlığa sahip olan kamu nizami, milletin birliği, ve devletin bekası gibi temaları dinsel bir kisve ile sunmaya devam edecektir. Fakat kaderci yaklaşıma dayalı düzenci söylem, deprem dönemecinde, özellikle İslamcı ve dindar genç nesiller arasında inanilirligini yitirmiş olabilir. Düzenci söylemin yerini özgürlükçü söyleme bırakıp bırakmadığını zaman gösterecek.

Sabri Ciftci
Sabri Ciftci
Professor of Political Science

My research interests include Islam and Democracy, legislative politics, Middle East, Turkish Politics, and Turkish Foreign Policy

Related